6. Allah’ı (c.c.) Duyu Organları ile Algılamak mı, Yoksa Allah’a (c.c.) İnanmak mı İnsan İçin Daha Yararlıdır?
İnsan için Allah’ı (c.c.) duyu organları ile algılamak daha yararlı olsaydı, Allah (c.c.) duyu organlarımız tarafından algılanırdı. O zaman Allah (c.c.) Kendi zatını gizlemek istemezdi. Gözler önünde olurdu. Ama Allah (c.c.) böyle bir yolu seçmemiştir. Kendi zatını duyu organlarından saklamış, ama varlığının ve birliğinin kanıtlarını, ayrıca sıfat ve güzel isimlerini yaratmış olduğu varlıkların üzerinde göstermiştir. Allah’ın (c.c.) zatının duyu organlarından gizli olmasının elbette pek çok hikmeti vardır. Burada bunlardan sadece birkaç tanesine değineceğiz:
1.İnsan bebekken anne ve babasına bağımlıdır. Anne-babası bebeğin her türlü bakımını üstlenir. Karnını doyurur, altını temizler. Duygusal ihtiyaçlarını giderir. Bebeğin büyümesi ile anne-babasına bağımlığı yavaş yavaş azalmaya başlar. Çocukken bu bağımlılık bebekliğe göre hayli azalır. Yetişkinlikte ise artık bunun ortadan kalkması beklenir. Yine de bazı insanlar bu bağımlılığı yetişkinlikte de devam ettirirler. Öyleleri adeta büyük birer bebektirler. Onların düşünsel yetileri zayıftır. Anne-babaları kendileri adına kararlar alırlar. Bu yüzden iradeleri de gelişmemiştir. İşte şayet Allah (c.c.) duyu organları yolu ile algılanacak olsaydı, her insan da böyle büyük bir bebek gibi kalacaktı. Düşünsel yetileri gelişmeyecekti. İrade ile gelen özgürlük, bağımsız karar alma gibi insani özellikler dumura uğrayacaktı. Güdük kalacaktı. Oysa insan olmamızı sağlayan nedenler, gelişmiş düşünme yetimiz ile özgür irademizdir.
2. Allah (c.c.), Kendi zatını gözlerden saklamak suretiyle insanların varlıklar üzerinde düşünerek marifete (bilgiye, irfana) ulaşmalarını amaçlamıştır. Eğer Allah (c.c.) duyu organları tarafından algılanabilir özellikte olsaydı hiç kimse yaratılmış olan şeylere iltifat etmez, onlar üzerinde düşünmez, bilgi ve becerisini geliştirmezdi. Tıpkı ormanların bir anne-baba şefkatiyle ilkel kabileleri insanlık tarihi boyunca besleyip büyütmesi; barındırıp koruması gibi bir durum yaşanırdı. Bilindiği üzere Afrika ve Avustralya gibi kıtalarda ilkel kabilelerde medeniyetin ortaya çıkmaması, onların doğa tarafından fazla bir iş gücü gerektirmeden beslenilip korunması olgusuna dayanır. Oysa medeniyetin ortaya çıktığı Asya ve Avrupa gibi kıtalarda doğa insanı çalışmadan besleyecek, barındıracak iklim ve bitki örtüsüne sahip değildir. İnsanın beslenebilmesi ve barınabilmesi için doğa ile mücadele etmesi, toprağı ekip biçmesi ve kendisine bir barınak yapması gerekmektedir. İşte şayet Allah (c.c.) duyu organları tarafından algılanacak olsaydı, her bir insan da tıpkı bu ilkeller gibi her şeyi Allah’tan (c.c.) isteyecek, bekleyecek, bir iş için kılını bile kıpırdatmayacaktı. Medeniyet diye bir kavram oluşmayacak, hatta bilgi, irfan için bir neden bulunmayacaktı. Ama Allah (c.c.) Kendi zatını gizleyerek, sıfat ve güzel isimlerini varlık âlemine yansıtarak insanın bir arayış içerisinde olmasını sağlamıştır. Bu sayede Allah’ı (c.c.) aramak, tanımak, anlamak konusunda bir alan meydana getirilmiştir. Bu alan da insana farkına varmadan marifet kazandırmaktadır.
Kuran-ı Kerim doğa olgu, olay ve yasalarından söz ederken bunları ayet diye isimlendirir. Çünkü her bir doğa olay, olgu ve yasası Allah’ın (c.c.) sıfatlarına ve güzel isimlerine dayanır. Allah’ı (c.c.) bize tanıtır. Örneğin gökten yağmurun insanların temel ihtiyaçlarını gidermesi için yağması Allah’ın (c.c.) er-Rahmân, er-Rezzâk güzel isimlerini düşündürür. İnsanların yağmuru görünce Allah’ı (c.c.) anması, O’na minnet duyması el-Hamîd, eş-Şekûr güzel isimlerini hatıra getirir. Yağmurun sel suyu gibi boşalmayıp da gökten tane tane yere düşmesi insanı el-Halık, el-Bâri’, el-Hakîm, el-Muhsî olan Allah’ın (c.c.) kudretine hayran bırakır. Yağmurun hayat kaynağı olması, ölümünden sonra toprağı diriltmesi el-Hayy, el-Muhyi olan Allah’ın (c.c.) güzel isimlerine ayna olur. İşte tüm bunlar bir doğa olay, olgu ve yasası olan yağmurun altındaki hikmetleri teşkil eder. Bu sayede yağmur Allah’ı (c.c.) bize sıfatları ve güzel isimleri ile tanıtmada bir vesile olur.
3. Şayet Allah (c.c.) duyu organları yolu ile algılanacak olsaydı, her insan O’na karşı küstahlaşabilecekti. Şöyle ki: Başımıza gelen bela ve musibetler de aslında Allah’ın (c.c.) birer ayetleridir. Onlarda da Allah’ın (c.c.) güzel isimleri saklıdır. Örneğin günahlarımızın bela ve musibet olarak başımıza dönmesi Allah’ın (c.c.) el-Hakîm, el-Hasîb, el-Adl güzel isimlerini düşündürür. Yine hastalandığımızda O’nun eş-Şâfi güzel ismine sığınırız. Böyle anlarda göstereceğimiz iyi hallerle Allah’ın (c.c.) er-Raûf, es-Sabûr güzel isimlerini kavrayabiliriz. İşte öyle anlarda, insanlar pek geniş düşünemezler. Başlarına gelen bela ve musibetin hikmetini gereği gibi kavrayamazlar. Aceleci olurlar. Düşünmeden konuşurlar. Mantığa uymayan davranışlar gösterebilirler. Kızma, isyan etme gibi olumsuz tepkiler kendiliğinden ortaya çıkar. Şayet Allah (c.c.) duyu organları ile algılanabilseydi, öyle bir anda pek çok insan, O’na karşı büyük bir saygısızlık yapabilirdi. Hatta bu yüzden dinden, imandan olabilirdi. Yüce Allah (c.c.) Kendi zatını duyu organlarından gizleyerek insanın bu zaafının önüne geçmiştir. Hastalıkların iyileştirilmesine doktorları, ilaçları perde yapmış; ölüme kaza, hastalık, ihtiyarlık gibi nedenler koymakla kalmamış, Azrail isimli meleği de bunun için yaratmıştır. Çünkü bir yakının kaybı sırasında insan her türlü terbiyesizliği yapabilecek, ağır sözü söyleyebilecek bir durumdadır. Oysa Allah’a (c.c.) karşı ufacık bir haddini bilmezlik insanın ayağını kaydırabilir, onu ebedi pişmanlığa sürükleyebilir. Allah (c.c.) Kendi zatını duyu organlarından gizlemek yolu ile bize bu konuda merhamet etmiştir.
4. Mecazi aşklarda bir kanun vardır: Sevgililer birbirlerine kavuşmadıkları sürece aşkları artar. Bu sayede birbirlerini gözlerinde büyütürler. Taraflar birbirlerini tanımak yolunda büyük mesafeler alırlar. Çünkü hep birbirlerini düşünürler. Gerçi kusurlu yanlarını görmezler, ama hiçbir olumlu taraf da gözden kaçmaz. Onun için aşkı “kavuşma coşkusu”, “ayrılıkta yaşanan duygu” diye tanımlayanlar da olmuştur. Ne zaman ki vuslat gerçekleşir, o zaman da aşkta yavaş yavaş bir soğuma gözlenir. Birbirine âşık olup da evlenen çiftlerin hemen ertesi günü hayal kırıklığına uğrayıp da boşanmak istemelerinin altında da bu gerçek yatar. Allah (c.c.) da Kendi zatını duyu organlarından gizlemek suretiyle bu tür bir aşkı veya sevgiyi sürekli kılmıştır. Her ne kadar aynı nedenden ötürü pek çok kişi Allah’ı (c.c.) inkar etse de bu sayede pek çok kişi de Allah’a (c.c.) olan aşkını ve sevgisini geliştirmektedir. Hak âşıkı, ârifi bu sayede yetişmektedir. Kuşkusuz her şeyin bir bedeli vardır. Allah (c.c.) aşkının ve sevgisinin de bedeli, cehennemi insan ve cinlerle doldurmak olsa da, buna değer. Çünkü maden ocaklarında bir parça kıymetli taş elde etmek için dağlar büyüklüğünde toprak çıkarılır.