Allah’ın (c.c.) sayıya sığmayacak kadar güzel isimleri vardır. Kuran-ı Kerim’de bu anlama gelebilecek olan ayet-i kerime şudur: “De ki Rabb’imin kelimelerini yazmak için deniz mürekkep olsa hatta onun bir misli daha takviye edilse bunlar tükenir de Rabb’imin kelimeleri bitmez (Kehf suresi, ayet 109).”
Nasıl bir insanı ismiyle ve unvanıyla tanırsak Allah’ı (c.c.) da ancak sıfat ve güzel isimleri ile tanıyabiliriz. Yalnız bir insanın isminin anlamıyla kişiliği, davranışları, ahlakı, dünya görüşü uyuşmayabilir. Örneğin bir kişinin adı Muhsin (iyilik yapan) olabilir de herkes ondan kötülük görebilir. Ama Allah (c.c.) için böyle bir şey söz konusu olamaz. Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinde söz konusu olan anlam ile biz Allah’ı (c.c.) daha yakından tanımak olanağına erişiriz.
Allah’ın (c.c.) zatını düşünmek doğru değildir. Nitekim bu bir hadis-i şerifle de yasaklanmıştır. Ama O’nun varlık, olay ve olgular üzerinde görülen sıfatları ve güzel isimleri üzerinde düşünebiliriz. Tabii burada “Allah’ın (c.c.) zatını düşünmek doğru değildir.” ile kastedilen anlam, O’na insana özgü nitelik ve nicelik yakıştırmaktır. Yoksa insanın kendisini Allah’ın (c.c.) zatı karşısında olduğunu hissetmesi, düşünmesi murakabe adı verilen büyük bir ibadettir.
Bütün evren, yeryüzü, canlı ve cansız varlıklar, Allah’ın (c.c.) sıfatlarına ve güzel isimlerine tercümanlık yapmaktadırlar. Allah’ı (c.c.) bizlere anlatmak için yaratılmışlardır. Hadisi-i şerifte yetmiş yıllık ibadete denk olarak gösterilen tefekkürün zirvesi de yaratılmış olan şeylerde Allah’ın (c.c.) sıfat ve güzel isimlerini görüp düşünmektir.
İnsan yeryüzünde Allah’ın (c.c.) halifesi olmak üzere yaratılmıştır. Allah’ın (c.c.) halifesi olmak demek, Allah’ı (c.c.) yeryüzünde esma-ül hüsnası ile temsil etmektir. Nitekim Kuran-ı Kerim’de Allah (c.c.) ilk insan olan Hz. Adem Aleyhisselâmla ilgili olarak bu konu üzerinde durup yeryüzünde bir halife yaratacağını belirtmiştir. Ama melekler insanın yaratılış hikmetini kavrayamayarak Allah’ın (c.c.) bu kararına itirazda bulunmuşlardır.
Melekler Allah’ın (c.c.) bütün güzel isimlerini temsil edemiyorlardı. Bu yüzden Allah’ı (c.c.) gereği şekilde tanımıyorlardı. Örneğin onlar Allah’ın et-Tevvâb güzel ismini bilmiyorlardı. Çünkü günah işleyemiyorlardı. Dolayısı ile el-Gafûr, el-Gaffâr, el-Afüvv gibi günahları bağışlamayı, günahlardan temizlemeyi karşılayan Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinden de habersizdiler. Yine yeme içme nedir bilmeyen bu varlıklar er-Rezzâk güzel isminden de habersizdiler. Ayrıca Allah’ın (c.c.) hastaları iyileştirdiği eş-Şâfi güzel isminin de hastalanmadıkları için ne anlama geldiğini bilmiyorlardı. Allah (c.c.) âlemleri sıfatlarını ve güzel isimlerini tecelli etmek için yaratmıştı. Melekler istemese de bu gerçekleşecek, meleklerin haksızlığı kendilerine ispat edilecekti. Nitekim Allah (c.c.) Hz.Adem’i (a.s.) yaratıp eşyaların isimlerini kendisine öğretince bunların isimlerini meleklerine de sordu. Ama onlar bu konuda cahildiler. Bir şey bilmiyorlardı. Hatalarını anlayıp Allah’tan (c.c.) af dilediler (bk. Bakara suresi, ayet 30-39).
Allah’ı (c.c.) gözler göremez. Ama kalpler Allah’a (c.c.) yönelebilir.
Güzel isimlerle (esma-ül hüsna) kalbi Allah’a (c.c.) yöneltmek üç şekilde mümkündür: Ya O’nun güzel isimlerini zikretmekle ya dualarda kullanmakla ya da yaratılmışlar üzerinde O’nun güzel isimlerini düşünmekle olur.
Nedense pek çok kişi tefekkürün zikirden üstün oluşunu düşünerek Allah’ı (c.c.) zikretmeyi küçük bir ibadet olarak değerlendirmektedir. Bazı dini bütün insanların zikre karşı olmaları, Kuran-ı Kerim’deki ve hadis-i şeriflerdeki zikir kelimelerini tevil etmeye çalışmaları gerçekten ilginçtir. Ben önceleri onların art niyetli olduklarını ve kalplerinde büyük bir hastalık bulunduğunu düşünürdüm. Onlara göre zikir Allah’ı (c.c.) düşünmektir. Arka arkaya aynı kelimeyi söylemek bir anlam ifade etmez. Sürekli zikirle kastedilen şey her yerde, karşılaşılan bütün varlıklarda Allah’ın (c.c.) kudretini görüp O’nu hatırlamaktır. Halbuki kendileri de namaz sonunda çekilen tespihleri “zikir” olarak adlandırırlar. Gerçi Kuran-ı Kerim’de zikir kelimesi bildiğimiz anlam dışında ayrıca onların dediği gibi bazen namaz, bazen tefekkür, bazen de kutsal kitap anlamında da kullanılmıştır. Peygamberimiz (s.a.s) tevile müsait olmayan bir açıklıkla pek çok sahabeye değişik zikirler öğretmiş ve onlardan bunların çeşitli sayılarda veya sayısız olarak çekilmesini istemiştir. Şimdi ise bu dini bütün insanların zikre karşı olmalarını daha iyi anlamaktayım. Aslında sorun bu insanların fıtratlarından, mizaçlarından ve meşreplerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü bu yapıdaki insanlar sadece zikre değil akıl ve mantıklarını yitirdikleri başka şeylere karşı da aynı veya benzer bir tutuma sahiptirler. Bunlardan kaygı duyarlar. Örneğin bunlar müzikten hiç hoşlanmazlar, çünkü müzik akıl ve mantığı duygu ve coşku seli ile eritir. Yine bu insanlar haram olduğu için değil fıtratları gereği alkolden de adeta ürkerler. Bilindiği üzere alkol de akıl ve mantığı devre dışı bırakmaktadır. Zikir de mahiyet olarak akıl ve mantığı etkisiz kılarak bir çeşit cezbe hali ile ilahi bir duygu ve coşku seline kendini bırakma olduğu için bu yapıdaki insanlar farkında olmadan kendi fıtri yapılarını savunmak için zikir aleyhine sözler söylemeye, bu konudaki açık olan ayet ve hadislerdeki zikir lafzını da kendi mizaç ve meşreplerine uygun olarak tevil etmeye yönelirler. Bu tür insanları zikre yöneltmeye ve zikirden zevk almalarını sağlamaya çalışmak çok zordur. Tabii öyleleri belli sayıdaki zikri söylemede bir sorun yaşamazlar. Hatta virtlerini de düzenli olarak çekerler. Ama daimi zikir onlara çok ağır gelir. Zaten öylelerinde zikrin sonucu olarak meydana gelen cezbe ve letaiflerin açılması da hiçbir zaman gerçekleşmez. Bunların tarikat yolunda yükselmeleri ve Hakk’a vasıl olmaları gizli gerçekleşir. Bu tür insanların fıtratları, mizaç ve meşrepleri daha ziyade tefekküre uygundur. Tasavvufta bu yapıdaki insanlara salik-i gayr-i meczup denir.
İnsanlar birbirinden ayrı fıtratta, mizaç ve meşrepte oldukları için farklı tarikatlar ortaya çıkmıştır. Bu nedenle tarikatlar aynı amaca değişik yöntemlerle ulaşmaya çalışırlar. Tarikatların amacı Allah’a (c.c.) ulaşmaktır. Bu bakımdan tarikatlar iki genel guruba ayrılırlar. Bunlardan bir gurubu nefsi tezkiye etmeyi amaçlar; bunun için erbaine (çileye) girme, hizmet etme, oruç tutma, riyazete uyma (az yeme, az uyuma ve az konuşma) gibi yollarla nefsin dünyaya dönük arzularını kırmaya, nefsi arındırmaya çalışırlar. Bu yolla çeşitli nefis makamları kat edilir. Sırasıyla nefis emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, raziyye, marziyye, kâmile makamlarına ulaştırılmaya çalışılır. Diğer guruptaki tarikatlarda ise ruhu tasfiye etme amaçlanır; bunun için de virt ve zikre ağırlık verilir. Ruh Allah’tan (c.c.) gelen bir nefha (soluk) olduğu için O’na yükselmek ister. Zikir bu yükselmeyi sağlar. Ruhun ayırıcı vasfı aşktır. Güzel şeylere karşı bir çekim duyar. Zikir Allah’a (c.c.) duyulan bir çeşit aşktır. Daha doğrusu kişide Allah’a (c.c.) karşı bir çeşit aşk hali yaratır. Bu aşk haline cezbe denir. Cezbeyi Allah’a (c.c.) duyulan aşk halinin eseri olarak düşünebiliriz. Cezbe letaiflerde etkisi somut olarak hissedilen bir durumdur. Letaifler (kalp, ruh, sır, hafi, ahfa) adeta ruhun duyu organlarıdır. Göğüste çeşitli noktalarda bulunurlar. Ruh çekilen zikirle letaiflerde meydana gelen cezbe sonucu Hakk’a yükselmeye, çeşitli manevi halleri yaşamaya başlar. Manevi haller zamanla nefsi etkisi altına alıp nefis makamlarının da kat edilmesini sağlar.
Zikir büyük bir nimettir. Kamil ve mükemmil (olgun ve olgunlaştırıcı) bir mürşitten böyle bir zikri alan gerçekten büyük bir devlete ermiştir. Gerçi insan kendi başına da zikir edinebilir. Kitaplardan faziletli zikirleri okuyup alabilir. Ama bununla ancak sevap kazanabilir. Bu yolla zikrin faziletine erip kalp tasviyesi ve nefis tezkiyesi gerçekleşmez. Ehlinden alınan zikirle ancak feyz kapıları açılır. Çünkü mürşidin eli silsile yolu ile ta peygambere (s.a.s) kadar uzanır. Peygamber (s.a.s) ile Allah (c.c.) arasında ise doğrudan bir irtibat vardır. Ehlinden alınan bir zikir kişiyi önce mürşidinde (fenafi’ş-seyh), sonra peygamberde (fenafi’r-resul), en sonunda da Allah’ta (c.c.) fani (fenafi’l-lah) kılar.
Bir insanın zikre iradesiyle sahip olduğunu düşünmesi doğru değildir. Zikir bir ilan-ı aşk olduğu için kişinin bunun kendisine Allah’ın (c.c.) bir lütfu olduğunu bilmesi gerekir. Allah (c.c.) güzel ismini veya güzel isimlerini sevdiği kimselerin zikretmesini ister. Bundan dolayı zikir erbabının öncelikle böyle bir devlete sahip olduğu ve seçildiği için her zaman bunun şükrünü dile getirmesi, eda etmesi ve Allah’a (c.c.) daimi olarak hamd u senada bulunması gerekir.
İnsan dışında bütün canlı ve cansız varlıklar yaratılışları istikametinde kendi dilleri ile zikir halindedirler. Mikro âlemde maddenin en küçük parçası atomun çekirdeği etrafındaki elektronlar sınırsız bir hızla dönerek bu zikir halini gerçekleştirirken; makro âlemde dünya gerek kendi ekseni gerekse güneşin etrafında yaptığı dönüşlerle ayrı ayrı zikirlerde bulunur. Güneş sisteminin belli bir yörüngede Vega yıldızına doğru akışı da başka bir zikir halidir. Bitkiler ve hayvanlar da zikirden asla gafil değillerdir. Yalnız bu dünyada imtihana tabi tutulmakta olduğu için insanların büyük bir kısmı zikirden uzak bir hayat yaşamaktadır: “Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan herkes Allah’ı tespih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ile O’nu tespih etmesin. Lakin siz onların bu tespihlerini anlayamazsınız. Muhakkak O kullarına karşı Halîm ve Gafûr’dur ( İsrâ suresi, ayet 44).”
Aslında Allah’ı (c.c.) zikir insana düşen bir iş değildir. Bu daha ziyade Allah’ın (c.c.) şanına yakışan bir ibadettir. Yani Allah’ı (c.c.) ancak Kendi’si hakkıyla zikredebilir. Ama yüce Allah (c.c.) rahmeti ve lütfuyla bazı kullarının Kendi’sini zikretmesini istemiştir. Kalbinde Kendi’sine karşı muhabbet duyan bazı kullarına zikir devletini münasip görmüştür. Onlara böyle ilahi bir bağışta bulunmuştur. Böylece yüce Allah (c.c.) bu kullarının dilleriyle Kendi’sini yine Kendi’si zikretmiş olmaktadır. İnsanın yaptığı zikri kendisinden bilmesi büyük bir aldanıştır. Hatadır. Zikirde nefsimize ait olan tek şey, içerisinde bulunduğumuz gaflettir:
Ehl-i keşif zikir ehlinin öldüğünde kabirde de zikrettiğini, Allah’ın (c.c.) nurunu alma yeteneği ile kendisini hemen diğer kabirler arasından belli ettiğini söylemektedir.
Pek çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif zikrin çok büyük bir ibadet biçimi olduğunu belirtmektedir:
“Ey iman edenler, Allah’ı çok zikredin (Ahzab suresi, ayet 41).”
Peygamberimiz (s.a.s.), sahabenin hazır bulunduğu bir mecliste şöyle buyurmuşlardır: “Size amellerinizin en hayırlısını, Allah katında en temiz olanını, derecelerinizi en fazla yükselteneni ve sizin için altın ve gümüş infak (Allah yolunda harcama) etmekten, düşmanlarınızı muharebe meydanında öldürmekten yada şehit olmanızdan daha hayırlısını haber vereyim mi?”
Sahabeler “Evet, ya resûlallah!” deyince, Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz:
“Allah’ın zikridir.” diye cevap vermiştir.
Aslında tefekkürle zikri birbirinden ayırmak da doğru değildir. Zikir tefekkürü doğurur. Doğrusu zikir olmadan tefekkürün gerçekleşebileceğini de pek sanmıyorum. Çünkü insanın kafasını genellikle hoşlandığı şeyler meşgul eder. İnsan, sevdiği şeyler üzerinde düşünmekten zevk alır. Bununla ilgili çeşitli hayaller kurar, duygular yaşar. Sevmediği, nefret ettiği şeylerden kaçar. Onları düşünmek bile istemez. Kişi zikirle Allah’la (c.c.) kendi arasında bir ünsiyet kurar. Bu yavaş yavaş bir dostluğa dönüşür. Derken tefekkürün zirvesi olan Allah’ın (c.c.) güzel isimleri üzerinde düşünmek bir yaşam biçimi haline gelmeye başlar.
Zikirle ulaşılmak istenen hal murakabedir. Murakabe, kişinin kendisini Allah’ın (c.c.) karşısında olduğunu hissedip O’nun kendisini her yönü ile kuşattığını, içindeki duygu ve düşünceleri bildiğini, söylediği sözleri işittiğini, yaptığı işleri gördüğünü düşünmesidir. Ayrıca kendi varlığının, her şeyin yok olup yüce Allah’ın (c.c.) zatının var olduğunu düşünmek de murakabedir. Bir hadisi-i şerifte bu durum, İslam ve imandan sonra “ihsan” olarak adlandırılan bir manevi makam olarak açıklanmıştır. İşte zikir kalpte bu ihsanı oluşturduğunda amacına ulaşmış olur. Kişi bu halle Allah’ın (c.c.) rahmetine, feyzine ve nisbetine erer. Yüce Allah (c.c.) böyle birisini nurlarına gark ederek ona velilik yolunu açar. Murakabe hali kendiliğinden doğmaz. Murakabe hali zikirle başlar, zikirle olgunlaşır, ancak zikrin sonunda yavaş yavaş bir ilahi bir armağan olarak hissedilir. Böyle bir anda zikrin kesilerek hareketsiz bir biçimde murakabe haline devam edilmesi tavsiye edilmiştir.
Zikir, Allah’a (c.c.) bir ilan-ı aşktır. Kişinin Allah’ı (c.c.) kara sevdaya tutulmuşçasına sevdiğinin işaretidir. Belki zikreden kişinin gönlünde daha böyle bir aşk henüz oluşmamıştır. Yapılan şey bir aldatmacadır. Dilinden yada içinden Allah’ı (c.c.) zikrederken kişi kalbinde dünya ile alışverişini sürdürmekte olabilir. Yani kişinin daha kalbinde Allah (c.c.) aşkı şöyle dursun O’nun emir ve yasaklarına uyabilecek düzeyde bile bir aydınlanma olmayabilir. Zikir ona tatsız tuzsuz bir şey gibi gelebilir. Hatta zikirden hoşlanmayabilir de. Ama tüm bu olumsuzluklara karşın iradesiyle zikrin önemi ve değerine inanarak ona devam ederse sonunda tıpkı iki gencin birbirine sevdalanması gibi Allah (c.c.) ismi yada Allah’ın (c.c.) güzel isimleri kişinin iç dünyasını canlandırmaya, gönlüne Allah’tan (c.c.) gelen feyizleri, nurları, rahmeti akıtmaya başlar. Bu ilahi aşkta ilk adımdır. Bundan ötesi ancak bu yolda daha önce yürümüş olgun bir insanla mümkündür. Kişinin yalnız başına gitmesi bazı manevi tehlikeleri de beraberinde getirecektir: Gurur, kibir, şeytanın oyuncağı olma gibi. Ama ağzı bir küçük kaşık bala değen kişinin artık hayaline nasıl bunun ziyafeti de gelmeye başlarsa zikirde böyle bir ilk adımı atan kişinin de bunun devamını getirmek istemesi, adeta iç dünyasında bir zorunluluk olarak algılanır. Çünkü tattığı şey ona o kadar büyük bir zevk verir ki bunu dünyada başka bir şeyle kıyaslamak doğru değildir. İşte kişinin Allah’ı (c.c.) kara sevdaya tutulmuşçasına sevmeye başladığının belirtisi de o zaman algılanmaya başlar. Zira nasıl mecazi bir aşkın kıskacında olan kişi, sevdiğini her an düşünür, onun ismini anmakla yada isminin anılması ile heyecanlanırsa Allah’ın (c.c.) ismi yada güzel isimleri de böyle bir etkiyi kişide oluşturmaya başlar.
Bazı şeyler için “Tadan bilir.” sözü kullanılır. Bu durum Allah’ın (c.c.) zikri için çok yerindedir. Allah’ın (c.c.) zikrinden gafil yada bunun tadını alamamış olanlar, yaşanan zevkin soyut, hayali ve gerçek ötesi olduğunu sanırlar. Oysa Allah’ın (c.c.) zikri ile kalpte oluşan zevk genellikle somut, gerçek ve yaşanan bir olgudur. Bunun ilerisinde gerçekleşecek olan letaiflerin açılması da bu tür bir zevk pınarının çağlayana dönüşmesini andırır. Tabii bu yolda alınan bu dünyevi zevkin önü daima açıktır. Sonunda insan bedeninin her hücresinin Allah’ı (c.c.) zikretmesine ulaşılır ki, gerçek anlamıyla zikrin zevkine işte o zaman varılır. Ondan önce yapılanlar bu sonuca ulaşmada birer basamak gibi görünür. Allah’ın (c.c.) ahirette bu zikre karşı gelen nimetlerini ise bilememekteyiz.
Allah’ın (c.c.) zikri o kadar büyük bir ibadettir ki, onun büyüklüğünü Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de şöyle ifade etmektedir: “Siz Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim (Bakara suresi, ayet 152).” Zikrin büyüklüğünü gösteren bu ayet-i kerimenin işaret ettiği anlam, insanı dehşete sürükleyecek cinstendir. İnsanın dünyada içerisinde bulunduğu gaflet durumu olamasa bu ayetle aklını yitirir, yemeden içmeden kesilir, her nefesini zikirle verip kendini helak ederdi. Çünkü ezeli ve ebedi olan Allah’ın (c.c.) kulunu zikretmesi, evrendeki en büyük olaydır. O’nun zikri yaratılmışlar gibi basit bir söz değildir. O kulunu sonsuz merhameti, affı, cömertliği ile zikreder. Bu ise insan bilincinin kaldırabileceği bir yük değildir. Allah (c.c.) âşıkları, ârifleri için bu ayet-i kerime, duyguları coşturur, tutkuları alevlendirir. Şevke ve aşka getirir. Zikri âdet olarak yerine getirilen ve nefse ağır gelen bir ibadet olmaktan çıkararak aşk ve şevkle kendinden geçilen bir coşku seline çevirir.
Allah’ı (c.c.) zikrin pek çok faydaları vardır. Bunların hepsini burada saymak olanaksızdır. Biz bu faydalardan birkaç tanesine değinmeden geçemeyeceğiz:
Allah’ı (c.c.) zikreden insana bu dünyada iken yüzüne genellikle bir nur ihsan edilir. Bu nur, zikrine göre o insanda kuvvet bulur. İhtiyarladıkça da yüzü ışıldar. Halbuki zikirden uzak, özellikle Müslüman olmayan insanların yüzlerine yaşlandıkça genellikle bir meymenetsizlik, çirkinlik gelir. Öyle ki bazılarının yüzüne insan bakmak bile istemez. Baktığında nursuzluktan ve fersizlikten rahatsız olur. Zikrinde olan bir müminin yüzü, Allah’ın (c.c.) varlığı ve birliğine nuru ile adeta şahitlik eder.
Zikir ruhun, kalbin gıdasıdır. Çağımızın stres, kaygı, depresyon, panik atak, melankoli… gibi psikolojik hastalıklarına deva ancak zikirle olur. Bu hastalıklar manevi birer boşluktan doğarlar. Bunları ilaçlarla tedavi etmek de doğalarına aykırıdır. Çünkü ilaç bedene tesir eder, bu rahatsızlıklar ise ruhsal bir özellik taşırlar. Zikir bu tür rahatsızlıkları kökünden kazır. Çünkü zikir hem bu hastalıklar gibi ruhsal bir mahiyete sahiptir hem de doğrudan ruha tesir eder. Evinden çıkıp da nereye gideceğini bilemeyen bir insanın başıboşluğu, derbederliği ve serseriliği yerine zikir insanı yaratılış amacına sevk ederek bütün ruhsal boşluklardan, sıkıntılardan ve hastalıklardan korur. Allah’ı (c.c.) zikreden bir insanın ruhu ve kalbi sağlıklıdır.
Zikir insanın evine, işine bir bereket getirir. Allah’ı (c.c.) zikreden bir insan, şükür ve kanaat ile bir doygunluk ve yeterlik duygusu içerisinde bulunur. Öyle ki böyle birisi kimseye muhtaç olmaz. Zenginliği ve tokluğu başkalarını da kendisine imrendirir.
Zikirle insana sırlar dünyası açılır. Allah’ın (c.c.) rızasının ve veliliğin yolu zikirledir.
Namaz ve diğer ibadetlerden zevk alma zikirle kolaylaşır. İbadetler nefse önce ağır gelir. Nefis ibadetlerden başlangıçta hiç hoşlanmaz. Zikir ibadetlere bir tat ve anlam katar. Zikirle kalp ve letaifler açılır. Üzerlerindeki günah kirleri temizlenir. Allah’tan (c.c.) gelen rahmet, nur ve feyz dalgalarını hissetmeye başlanır. Bu nur alışverişi sayesinde ibadetler nefsin de hoşuna gider. Böylelikle zikir ibadetlere bir derinlik ve boyut katar.
Allah’ı (c.c.) güzel isimleri ile tanıyan ve O’na güzel isimleri ile inanan birisinin Teist yada Deist olması olanaksızdır.
Allah’ı (c.c.) zikirde nefsin takılıp kaldığı bazı engeller vardır. Onun için zikir herkese nasip olan bir devlet değildir. Allah’ı (c.c.) zikreden insanlar adeta özel olarak seçilmişlerdir.
Zikirde nefsin belini büken şey, virttir. Virt, zikir dersidir. Gün içerisinde bitirilmesi gereken belli sayıdaki zikre denir. Böyle bir dersi ehil birisinden alan büyük bir devlete sahip olmuştur.
Virt ile nefsin belinin bükülmesinin nedeni, nefsin alışkanlıklara olan bağımlığından kaynaklanır. Nefis hoşuna gitmese de alışkanlıklara karşı büyük bir bağımlılık gösterir. Onları yapamadan duramaz. İşte onun bu eğilimi, sigara ve içki içmede kötüye kullanılır. Ama her türlü ibadetin yerine getirilmesinde ve özellikle virdi çekmekte büyük bir işe yarar.
Virt sürekli zikir için bir başlangıç olmalıdır. Virt olmadan sürekli zikre geçiş yapılamaz, ama sürekli zikre geçmeden virdin de tek başına bir yararı olmaz. Sürekli zikir sayıya vurmadan her uygun fırsatta Allah’ı (c.c.) zikretmek, her an düşünmek demektir.
Nefis Allah’ı (c.c.) zikirde önce hoşlanmaz, ama Allah (c.c.) kalbe verdiği genişlikle, cezbe; nisbet, rahmet ve feyz ile nefsin bu olumsuz duygusunu da ortadan kaldırır. Zikir nefsin de hoşuna giden bir ibadet durumuna dönüşür.
Şayet virt dersi verecek ehil birisi bulunmadığında bir vakit namazının bitiminin arkasında bu isimleri bize bağışlayan ve sayılmasını isteyen peygamberimizin (s.a.s.) ruhuna bir fatiha hediye ettikten sonra Allah’ın (c.c.) güzel isimleri esma-ül hüsna tablosundaki sırasıyla çekilebilir. Ayrıca onun içerisinden seçilen bir veya birkaç güzel isim anlamı dosdoğru bilindikten sonra sayıya vurmadan her gün gece ve gündüz bir çeşit aşkla zikredilerek yüceltilebilir. Bu zikir sırasında insan isimleri ile Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinin karışmaması, daha doğrusu Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinin insan isimlerini çağrışım yapmaması için zikrini çektiğimiz güzel ismin başına “yâ-” veya “el-“ takılarını koymamız gerekir. Örneğin yâ-Metînü, el-Kâdiru gibi. Bir de bu güzel isimlerle birlikte takdis cümlelerini zikretmek bu açıdan çok yararlıdır. En azından başta ve sonda birer kere de olsa takdis cümlelerini söylemek zikrimize bir ağırlık ve içtenlik katacaktır: el-Metînü celle celâluhu, yâ-Kâdiru celle şânuhu gibi. Bu iki takdis cümlesinden her biri bütün güzel isimler için kullanılabilir.
Bilindiği üzere İslam dinine Kelime-i şahadetle girilir. O da Allah’tan (c.c.) başka ilah olmadığına, Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın (c.c.) kulu ve peygamberi olduğuna kalp ile inanıp onu dil ile tasdik etmektir. Buna göre İslam’ın bir yarısını Allah’a (c.c.) iman, diğer yarısını da peygambere iman oluşturmaktadır. Allah’a (c.c.) iman etmeden önce de O’nu sıfat ve güzel isimleri ile tanımak gerekir. Allah’a (c.c.), peygamberlere iman dışında imanın diğer rükünleri olan meleklere, kitaplara, ahiret gününe, kadere iman Allah’ın (c.c.) sıfatlarının ve güzel isimlerinin bir uzantısı olarak düşünülebilir. Yani bir Müslüman Allah’ı (c.c.) sıfat ve güzel isimleri ile tanımadığı zaman imani ve itikadi bazı zayıflıklar ve eksiklikler içerisinde bulunabilir. Bu açıdan Allah’ı (c.c.) sıfat ve güzel isimleri ile tanımak, bilmek her Müslüman için en başta gelen görev ve iştir.
Allah’ın (c.c.) güzel isimleri, Ebu Hüreyre’nin (r.a) peygamberimizden (s.a.s) bir müjde ile birlikte rivayet ettiği bir hadis-i şerifte geçmektedir: “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları sayarsa cennete girer.”
Kuran-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde söz konusu doksan dokuz isim dışında Allah’ın (c.c.) daha pek çok güzel ismi geçmektedir.
Bu hadisteki “sayma (ahsâhâ)” sözcüğü nedense konuyla ilgili kitaplarda çeşitli açıklamalara neden olmuştur. İhsâ etme (sayma) ile sadece Allah’ın (c.c.) doksan dokuz güzel ismini arka arkaya sıralamanın kastedilmediği, bunları ezberlemek, bunların anlamlarını bilmek ve üzerinde düşünmek gerektiği de söylenmektedir. Ben bu görüşe bir noktada itiraz ediyorum. Eğer böyle anlamlar gözetilmiş olsaydı sadece “sayma” denilmez, bunları ezberlemek, bunların anlamlarını bilmek ve üzerinde düşünmek gerektiği de açıkça belirtilirdi. Hoş bu isimleri sayma külfetine katlanan bir kişi için bunları ezberleme, bunların anlamlarını öğrenmek ve üzerinde düşünmek de zevkli bir iş olacaktır. Sayma yanında bunları ezberleme, bunların anlamlarını öğrenmek ve üzerinde düşünmek çok daha kolay ve kendiliğinden gelişen bir süreçtir.
Aslında ben “ihsâ etme” kavramı ile bu çeşit anlamların kastedilmediğini iddia etmiyorum. Sadece hadis-i şerifte bu anlamların belirtilmemesine dikkat çekmek istiyorum. Hatta ben bu söylenenleri tastik etmekle kalmıyor, eksik bile kabul ediyorum ve “ihsâ etme” kavramının çok daha geniş bir anlamda kullanıldığını düşünmekteyim. Allah’ın (c.c.) her bir güzel ismi O’nun bir sıfatına ışık tutmaktadır. Mümine yakışan şey Allah’ı (c.c.) dosdoğru tanıyıp yüceltmek ve O’nun ahlakıyla ahlaklanmaktır. Bu da Allah’ın (c.c.) bu güzel isimlerinden nasiplenmekle olur. Gerçi “ihsâ etme” kavramı üzerine savunduğum bu düşüncede ben yalnız değilim. Şah-ı Nakşibendî Hazretleri (k.s.) de Allah’ın (c.c.) 99 güzel ismi ile ilgili bu hadis-i şerifteki “ihsâ etme” kavramı ile Allah’ın (c.c.) ahlakıyla ahlaklanmanın kastedildiğini belirtmektedir. Allah’ın (c.c.) 99 güzel isminden birkaçını buna örnek olarak zikredeyim: Allah (c.c.) el-Kerîm ise kulu da cömert olmalı. Allah’ın (c.c.) el-Halîm güzel ismi kulda ağırbaşlılığı gerektirir. Es-Sabûr güzel ismi kulun öfkesine hakim olmasını ister. El-Hamîd güzel ismi kulun daima Rabb’ini övmesini ve O’na şükürde bulunmasını icap ettirir vb. İşte ilgili hadiste cennet gibi büyük bir nimet söz konusu ise bu kula ancak Allah’ın (c.c.) 99 güzel isminin gereklerinin yerine getirilmesi ile nasip olabilir.
Burada şu hususa özellikle dikkati çekmek isterim: Allah’ın (c.c.) ahlakıyla ahlaklanmak O’na yakışır bir kul olmak demektir. Kendinde bir benlik, üstünlük görmek değildir. Güzel isimlerden kula gerekli olan dersi çıkarıp bunu yaşamına uygulamaktır. Bir kul ne kadar Allah’ın (c.c.) ahlakıyla ahlaklansa da bu hiçbir zaman Allah’a (c.c.) benzemek olarak düşünülmemelidir. Zira Allah’ta (c.c.) her türlü kemal mutlak ve sonsuzdur. İnsanda ise her kemal mutlaka kusurlu ve sınırlıdır. Tabii Allah’ın (c.c.) her güzel isminden farklı bir ders çıkarılır. Kiminde kul için ideal bir ahlak kuralı söz konusudur. Bunlar kulu terbiye etme özelliğine sahiptirler. O’nun rububiyyetine ait güzel isimlerdir. Örneğin Allah (c.c.) günahların üzerini örten ve bağışlayan (el-Gafûr) olduğuna göre O’nun kulu da insanlarla olan ilişkilerinde kusurları gizleme ve affetme yolunu tutmalıdır. Yine Allah (c.c.) karşılıksız iyilik yapan (el-Berru) olduğuna göre kula yakışan şey de Allah (c.c.) rızası için insanlara iyilik etmektir. Ama bazı güzel isimlerde kulun alacağı dersin mahiyeti değişir. Çünkü ilgili güzel isimler ortaklık kabul etmez. Teslimiyet, övgü ve yüceltme isterler. Bunlar O’nun uluhiyyetine ait güzel isimlerdir. Örneğin el-Celîl güzel ismi Allah’ın (c.c.) emir ve yasak koyma yetkisini tanımayı gerektirir. El-Hakem güzel ismi her konuda O’nu hüküm sahibi kabul etmeyi gerekli kılar. Biz bu tür güzel isimleri de dosdoğru anlayıp sürekli zikirle yücelterek kulluk makamına ulaşabiliriz.
Allah’ın (c.c.) ahlakıyla ahlaklanmak tasavvufta bekabillah (Allah’ta [c.c.] baki olmak) makamına işarettir. Bunun için de önce fenafillaha (Allah’ta [c.c.] fani olmak) ulaşmak gerekir. Fenafillah, kulun tövbe ile Allah’ın (c.c.) yasaklarından kaçınmasının ve emirlerine uymasının ardından dünyayı gönülden çıkarması, tevekkül, kanaat, uzlet, devamlı zikir, hakka tam anlamıyla yönelmek, sabır, murakabe gibi şartları yerine getirmesinden sonra Allah’ın (c.c.) rızasına ulaşmasıyla meydana gelen bir haldir. Buna göre Allah’ın (c.c.) ahlakıyla ahlaklanmak çok sıkı bir nefis tezkiyesinden ve kalp tavsiyesinden sonra ancak mümkün olmaktadır. Bu da ancak bir mürşid-i kamilin rehberliğinde gerçekleşebilir.
Kim bilir belki de Allah (c.c.), bu güzel isimleri her gün sayan kişiye Allah’ı (c.c.) dosdoğru tanıyıp yüceltme ve O’nun ahlakıyla ahlaklanma nimetlerini de hediye ediyor ve bundan dolayı da ilgili hadis-i şerif sadece Allah’ın (c.c.) 99 güzel ismini sayma işlemine işaret etmekle yetinmiş olabilir. Çünkü Allah (c.c.) cömerttir. O’nun cömertliğini sınırlandırmak, kurallara bağlamak doğru değildir. Tarikatlar yolu ile onca emek ve zaman zarfında elde edilen marifete Allah (c.c.) dilerse bir insanı bir anda da ulaştırabilir. Allah (c.c.), vesileler olmadan da bağışta bulunabilir. Bu açıdan Allah’ın (c.c.) 99 güzel ismini sayma işini küçümsemek, ihmal etmek doğru değildir. Bunda büyük bir sır, büyük bir hikmet, hadis-i şerifin işaret ettiği cennet nimeti gizlenmiş olabilir. Kimse Allah’ın (c.c.) rızasının nerede saklı olduğunu bilemez. Bize düşen görev Allah (c.c.) hakkında peygamberin söylediği her sözün gereğini yerine getirerek uymaktır.
Aslında zor olan bu güzel isimleri ezberlemek değil her gün saymaktır. İlgili hadis-i şerifi yorumlamadan anlaşılan temel anlam da “güzel isimleri saymak”tır. Bu kağıda bakıp okumakla da gerçekleşen bir işlemdir. Yalnız kağıdın ve yazının yaygın olmadığı peygamberimiz (s.a.s) döneminde “sayma” ile “ezberden okuma”nın kastedildiği tartışma gerektirmeyecek oranda açıktır. Bu açıdan ilgili hadis-i şerifin ruhuna uygun olan yöntem, bunları ezberleyerek saymaktır.
Allah’ın (c.c.) 99 güzel isminden bazılarını yalnız başına söylemek doğru değildir. Görünüşte bunlarda olumsuz bir anlam söz konusudur. Yalnız Allah’a (c.c.) hiçbir şekilde olumsuz bir sıfat ve güzel isim verilemez. Olumsuzluklar kulun nefsinden kaynaklanır. Allah (c.c.), kul şerri istediği için yaratır. Ama bundan razı olmaz. Kul günaha girdiğinde çoğu kez hemen cezalandırmaz. Bunda genellikle sabırlı, anlayışlı davranır. Ona süre tanır. Çoğu kez affeder. Tövbe ettiğinde geçmiş günahlarını bağışladığı gibi bunları sevaba da dönüştürür. Ama bazen de kulun kendisini düzeltmesi ve toparlaması için ona bela ve musibet verir. Kısacası O’nun rahmeti gazabını geçmiştir. İnsanların hidayeti ve irşadı için peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiştir. Bütün varlık âlemi O’nun sıfat ve güzel isimlerine tercümanlık yapmaktadır. Tüm bunlara rağmen bir insan da Allah’a (c.c.) ve peygamberine karşı geliyorsa, hak dine karşı düşmanlık gösteriyorsa artık ölümden sonra başına gelecek azabı kendisi hazırlıyor demektir. Bunda Allah’ı (c.c.) suçlayacak hiçbir hakkı yoktur. Bu açıdan ilgili güzel isimleri olumlu anlama sahip karşıtlarıyla hem birarada zikretmek hem de birarada değerlendirmek ve anlamak gerekir. Biz de bu tür güzel isimleri açıklarken ikişer ikişer ele aldık: el-Kâbidu/el-Bâsitu, el-Hâfidu/er-Râfi’u, el-Mu’izzu/el-Müzillü, el-Mu’tî/el-Mâni’u, ed-Dârru/en-Nâfi’u.
Allah’ın (c.c.) 99 güzel ismini arka arkaya sayma, bunların üzerinde düşünme sırasında bir şey hemen dikkati çeker: Bunların sırlamasında bir gelişigüzellik yoktur, derin bir hikmet yatmaktadır. Sadece anlam bakımından zıt olanlar birbiri ardı sıra gelmemiştir. Anlam bakımından birbirini bütünleyen, aralarında anlam ayırtısı olan, biri diğerinin anlamını açıklamaya yardım eden güzel isim veya güzel isimler ya biri diğerinin önünde veya arakasında ya da yakınında yer almıştır.
Allah’ın (c.c.) güzel isimleri ile dua etmek, yani güzel isimlerle Allah’a (c.c.) tevessül etmek, duanın kabul olmasında çok etkilidir. Tevessül etmek duada bu isimleri vesile kılmaktır.
Allah’a (c.c.) güzel isimlerle tevessül etmek, Allah’a (c.c.) hamd u senâ edip peygamberine ve âl u ashâbına salât ve selâm getirdikten sonra dua konumuza uygun olan güzel isim yada güzel isimleri seçmekle ve duamızda zikrederek bunun yada bunların hakkı, fazileti, bereketi üzerine Allah’tan (c.c.) istemekle olur. Örneğin, “Hamd âlemlerin Rabb’i Allah’a (c.c.) mahsustur. Salât ve selâm Hz. Muhammed’in ve âl u ashâbının üzerine olsun. Ey Kerîm olan Allah’ım, kazancımıza bereketini, cömertliğini kat!”, “Allah’a (c.c.) hamd, habibine salât ve selâm olsun. Ey Allah’ım el-Ganiyy, el-Muğnî olan ism-i şeriflerinle hiçbir kula muhtaç olunmayan zenginliği diliyoruz!”, “Allah’a (c.c.) kelimeleri adedince hamd u senâlar olsun. Habibi Muhammed Musatafa’ya, âl u ashâbına ve ehl-i beytine de gökteki yıldızlar adedince salât ve selâm ederim. Ey es-Selâm, el-Mü’min ve el-Müheymin olan Allah’ım, yolculuğumuzun kazasız belasız geçmesini nasip eyle...”, “Allah’a (c.c.) binlerce kez hamd, resûlüne binlerce kez salât ve selâm olsun. Allah’ım beni bağışla. Çünkü Sen Gafûr ve Rahîm’sin.” gibi.
Allah’ın (c.c.) güzel isimleri dolayısıyla tartışılan bir konu da hangi güzel ismin ism-i a’zam (en büyük isim) olduğudur. Peygamberimiz (s.a.s) çeşitli hadis-i şeriflerde ism-i a’zamın bulunduğuna, bununla dua edenin duasının kabul edildiğine işaret etmişken bunun hangi güzel isim olduğunu belirtmemiştir. Bunu öğrenmek isteyenlere de net bir yanıt vermemiştir. İslam bilginleri ve ârifleri de ism-i a’zamla ilgili farklı iddialarda bulunmuşlar, ortak bir güzel isimde anlaşamamışlardır. Örneğin Hz. Ali (r.a) el-Ferd, el-Hayy, el-Kayyûm, el-Hakem, el-Adl, el-Kuddûs olmak üzere bu altı güzel ismi ism-i a’zam olarak kabul etmiştir. İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye (rah.a.) göre el-Hakem ve el-Adl güzel isimleri ism-i a’zamdır. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin (k.s.) ism-i a’zamı, el-Hayy güzel ismi idi. İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s.) ise el-Kayyûm güzel ismini ism-i a’zam olarak görmüştü. İsm-i a’zamın ism-i Celâl (Allah adı) olduğunu söyleyenler daha inandırıcı bir görüş sunmaktadırlar. Bunlara göre “Allah (c.c.)” dışındaki güzel isimler Allah’ın (c.c.) bir sıfatına dayanırken sadece “Allah (c.c.)” O’nun zatına dayanmakta ve özel isim olmak dışında da kullanılmamaktadır. Dolayısıyla ism-i a’zam olmaya en layık olanı budur. İsm-i a’zamı Allah (c.c.) ismi olarak gören bazılarına göre bu ismin ism-i a’zam olması, zikredenin suda boğulmak üzere olan insanın yardım istemesi gibi olan samimiyetiyle mümkündür. Bu konuda benimsenen bir yaygın kanaat de şudur: İsm-i a’zam dua konusuna göre değişmektedir. Bunlara göre Allah’ın (c.c.) her güzel ismi yerine göre ism-i a’zam olabilir. Bunu da belirleyen şey dua konumuza uygun olan güzel isim yada güzel isimlerin seçimidir. Bence bu sonuncu görüş daha isabetlidir. Nasıl dişimiz ağrıdığında ilgili doktora gidiyorsak, musluğumuz bozulduğunda da tesisatçıyı çağırıyorsak Allah’ın (c.c.) her bir güzel ismi de duruma göre yararlı olur. Hale uygun güzel isim veya güzel isimler işi ehline teslim etmek gibi güzel bir sonuç doğurabilir. Bu durumda ilgili güzel isim veya güzel isimler o durumun ism-i a’zamı olabilir. Tabii ism-i a’zam için daha başka güzel isimleri de kabul edenler bulunmaktadır.
Kuran-ı Kerim’de Allah (c.c.) güzel isimleri ile dua edilmesi (tevessül edilmesi) üzerinde de durmuştur: “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na en güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır (Araf suresi, ayet 180).” Bu ayette dikkati çeken nokta, bazı insanların Allah’ın (c.c.) bu güzel isimleri ile razı olmayacağı dualarda bulunmasıdır. Allah (c.c.) kulunun sadece dünyalık istemesinden hoşnut olmaz: “Kim ahiret mahsulü isterse onun ürünlerini fazla fazla artırırız. Kim de sırf dünya menfaati isterse ona da ondan veririz, ama ahirette onun hiç nasibi olmaz. (Şûrâ suresi, ayet 20).” Bu açıdan duada ahireti ihmal etmek büyük bir eksikliktir. Kuşkusuz bununla dünyalık istemenin doğru bir şey olmadığını iddia etmiyoruz. Demek istediğimiz şey, istediğimiz dünyalık ile ahirete dönük ve Allah’ın (c.c.) razı olacağı bir işi ve kazancı düşünmeliyiz.
Allah’ın (c.c.) güzel isimleri ile dünyalık istemenin yanında başkalarının kötülüğünü, örneğin sevmediğimiz birinin ölümünü temenni etmek çok tehlikelidir. Belki böyle bir beddua kabul olunabilir, ama kişi bununla büyük bir bedel ödeyebilir. Örneğin başkalarının da onun aleyhinde yapacağı ufacık bir beddua hemen yerini bulabilir. İnsanlara karşı merhametli olmak, onların kusurlarını bağışlamak, işleri Allah’a (c.c.) havale etmek bize başkalarının beddualarında bir kalkan gibi vazife görecektir. Kısacası başkalarına reva gördüğümüz muameleyi Allah (c.c.) bizim kaderimiz kılabilir. Aslında başımıza gelen kötü şeyler her ne kadar insanlar eliyle de gerçekleşse Allah’ın (c.c.) izni ve yaratmasıyla meydana gelmektedir. Bunun da genellikle nedeni günahlarımızdır. Başkalarına beddua etmeden, öfkelenmeden ve zarar vermeden önce ilgili bela ve musibetin nedenini kendimizde aramalıyız. Bu Allah’ın (c.c.) bir kanunudur. Şu ayet-i kerimeler buna işaret etmektedirler: “Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar nedeniyledir. Hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder (Şûrâ suresi, ayet 30).”, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük ise nefsinden dolayıdır (Nisâ suresi, ayet 79).”
Allah’ın (c.c.) zikrinde gözetilecek asıl amaç, O’nun rızasıdır. O’nun güzel isimleri ile dünyalık isterken utanmamız gerekir. Zira Allah’ın (c.c.) indinde bu dünyanın hiçbir değeri yoktur. Bu konuya peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle işaret etmişlerdir: “Eğer Allah’ın yanında dünyanın bir sivrisinek kanadı kadar değeri olsaydı kafirler ondan bir yudum su içemezlerdi.” Başka bir hadis-i şeriflerinde de “Dünya lanetlidir, dünyada olan her şey lanetlidir; yalnız Allah için olan bunun dışındadır.” buyurmuşlardır. Allah (c.c.) ahirette inanan kulları için akla gelemeyecek, hayal edilemeyecek nice nimetler yaratmıştır. Kuşkusuz cehennemden sığınmak, cenneti istemek de güzel şeylerdir. Ama Allah’ın (c.c.) rızası bunlardan daha öte, daha güzel olan bir amaçtır. O’nun rızası kazanıldığı zaman elbette cehennem bizden uzak, cennet de bizim mekanımız olacaktır. Allah’a (c.c.) geçek anlamıyla iman eden âşıklar ve ârifler O’nun cemalini görmek için cennete de değer vermemişlerdir.
Allah’ın (c.c.) bazı güzel isimleri insanlara ad olarak da verilmektedir: Metin, Kadir, Samet, Reşit, Nur, Mecit, Celil, Aziz, Halil gibi. Bunda dini bir sakınca olmamakla birlikte bu güzel isimlerin kul anlamına gelen “Abd” sözcüğü ile birleşik isim olarak kullanılması daha uygundur: Abdulkadir, Abdussamed, Abdürreşid, Abdulhamid gibi. Yalnız Allah’ın (c.c.) bazı güzel isimlerinin bizzat peygamber tarafından insanlara ad olarak verilmesi yasaklanmıştır: Başta Allah (c.c.) özel ismi olmak üzere, Rahmân, Rabb, Hakem, Ahad gibi.